Sağlık politikaları, cinsellik ve üreme sağlığı
Çoğu zaman insan ilişkilerinde bir taraf domine edicidir ve daha pasif olanı istediği tarafa, istediği koşullarla çeker. Sevmeyi de kavgayı da kendi kurallarına göre işletir. Toplumu domine edenler de kendi gündemlerini bu yolla dayatırlar. Haftalardır yaşadığımız gibi. Uzağında durmanın mümkün olmadığı, binlerce cana mal olacak, cevap ya da savunma hakkının olmadığı hayvanlar adına bir kavgaya, tam da istenilen tuzaklarla çekildik. Toplumdan çocuklar mı, hayvanlar mı diye taraf olunması istendi. Çok haince buluyorum bunu. Bilimden uzakta, tepeden inme, kapsamının sınırları muallak, kendi içinde çelişen, neresinden tutsan, tutulamayacak kadar kötü ‘çözüm!’ önerisi gibi sunulan, toplumu ikiye, beşe, ona bölen bu neye hizmet ettiği hep tartışılacak olan sokak hayvanlarına ilişkin katliam yasası, Türkiye Büyük Millet Meclisi ana salonuna kadar getirildi. Hala büyük umutlarla her şey bitmedi desek de bu bana seçimlerden sonra ‘‘sandıkları terk etmeyin’’ çağrısı kadar çaresiz geliyor. Teklifin komisyona geldiği ilk gün zaten her şeye karar verilmişti. Onun için teklifi sunan AKP ve ortağı MHP’li hiçbir üye komisyon boyunca kimseyle kavga etmedi, tutanaklara geçecek tek bir savunma sözü etmedi. Sinir bozucu sessizlikleriyle sadece her gelen maddeyi onayladılar. Sonra evlerinde huzur içinde yemeklerini yiyip, aileleriyle zaman geçirdiler, evlatlarının gözünün içine bakabildiler. Biz kimsenin yüzüne bakamadık; birbirimizin, hayvanların, aynada kendimizin.
Ömrüm boyu hayvanlarla birlikte büyüyen şanslı çocuklardandım. Cebimde kedi yavrusuyla eve geldiğimde de salonumuzda tavşan zıplarken de banyoda civciv beslerken de her yaz yeni bir kuzum olduğunda da ipek böcekleri için ağaca tırmanıp dut yaprakları toplarken de şanslıydım. Hekimlik hayatımda yardımıma ihtiyacı olan hastalarıma duyduğum şefkatin kökeni buradan gelir. Bu bağlılığımdandır kavgaya kolay çekilmem ama bir de korkulası bir aklım vardır. Ülkemin tarihine bakarım; ne, neden, hangi koşullarda tekrarlıyor diye. O yüzden öldürülen ve öldürülecek her sokak hayvanının neyi temsil ettiğini çok iyi biliyorum. Asla kabul etmiyorum ama biliyorum.
Yaz başı sizinle paylaşmak istediğim konularla ilgili bir listem vardı. Yıllarca eğitimimi ve yaşam pratiğimi kadın hastalıkları ve özellikle üreme tedavilerine ayırınca herkesin bildiğini sandığım ama aslına kadının kendi bedenini bile tanımazken, haklarını nereden bileceği gerçeği ile yola çıkmaya karar verdim. Yumurta dondurma tedavileri ile başlamıştım. Sanki biraz geriye gidip Cumhuriyet’in başlangıcından günümüze sağlık politikalarında, cinsellik ve üreme sağlığı hizmetleri bakımından nasıl süreçler yaşandığına bakmak bugünü anlamak için iyi olacak gibi.
Kadın Doğum hekimleri ve Halk Sağlığı Uzmanlarınca sahiplenilen bu konuda çeşitli okumalar yaparken bu yazının izleğini oluşturmamda Türk Tabipleri Birliği’nin 14 Aralık 2022 tarihli, ‘‘Sağlık Politikaları, Cinsellik ve Üreme Sağlığı Hizmetlerini Nasıl Etkiliyor?’’ başlıklı panelinin Youtube kayıtlarından sayın Prof. Dr. Türkan Günay’ın sunumundan ve hocamızın da referans gösterdiği ‘‘Tarihsel Bakışla Türkiye’de Halk Sağlığı’’ kitabından çok faydalandım.
Uluslararası antlaşmalarda ‘‘cinsel sağlık, üreme sağlığı hakları bir insan hakları meselesi’’ olarak ele alınmakta. Peki Cumhuriyet’in başından günümüze, bu haklar devlet politikası olarak nasıl değişiklikler gösterdi?
Kaçmayın! 100 yılı bir haftada bitirmeyeceğim. Bu hafta 1923-60 arası döneme baksak oldukça yeterli bir bakış açısı kazanmaya başlarız hep birlikte. Savaştan henüz çıkılmış, yeni kurulan bir ulus devleti için nüfusu arttırmaya yönelik politikaların benimsenmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Nüfusu arttırmaya yönelik bu tutumların tümüne pronatalist yaklaşım denmekte. Pronatalist bakış açısına göre yapılan yasal düzenlemelerde kadının yasal durumu, ailenin özendirilmesi ve korunması, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve tedavileri gibi konular yer almıştır.
Burada adı geçen kadının yasal durumundaki değişiklik çok önemlidir. 1924-26 yılları arasında yapılan bu yasal düzenlemelerle kadına, erkekle eşit haklarla eğitim görmesi, sahip olunan mallar üzerinde haklar vermesi ile çok eşli evliliklere izin verilmemesi ve evlilik yaşının kadın için 17 yaşa çekmesi gibi haklar sağlanır. Gerçi 1938 yılında kadının evlilik yaşı maalesef tekrar 15’e indirilir. Bugün hala tartışmakta olduğumuz ‘çocuk gelin’ sorunu, iki-üç kuşak öncemize gittiğimizde çocuk annelerin torunları olduğumuz gerçeği ile bizim kollektif bilinçdışımızın en önemli ve öncelikli meselesi aslında.
Bu dönemde çok önemli yasaklar konulur ve uygulanır. Bir kadının gebeliği önleyici yöntemlere ilişkin ilaçlar ya da araçlara ulaşması-kullanması-özendirilmesi kesinlikle yasaktır. Ve isteyerek düşük yani kürtaj da bu yasakların içindedir.
Beş çocuktan fazla çocuğu olan kadınlara para yardımı ve hatta madalya verilmesi gibi özendirici uygulamalar da pronatalist dönemde söz konusudur. Hemen bugünün üç çocuk söylemi aklınıza geldi biliyorum ama zamanda o kadar hızlı sıçrama yapmayın, henüz yeni kurulan bir ülkedeyiz ve bugüne gelene kadar daha neler neler olacak. Aileyi koruyan uygulamalar arasında annelik için devlet yardımı, emzirme ödeneği, gelir vergisinde ya da tapuda da çok çocuklu ailelerin devlet tarafından gözetilmesi gibi öncelikler getirilir.
Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan içinde o tarihiler için en önemli hastalık frengidir. Devlet frengi(sifiliz) hastalığı için ücretsiz tarama ve tedavi olanakları sunar.
Devletin pronatalist politikalarını yürütebilmek adına ebe yetiştirmesi, sağlık kurumları açması gerekir. 1923 yılında işin başındayken yüz bin nüfusa düşen ebe sayısı 1,2 iken köylere kadar yayılan ebe yetiştirme seferberliği ile bu oran 1955 yılına gelindiğinde 8,4’e çıkar. Doğum ve Çocuk Bakımevi adı verilen hastaneler ilk olarak Ankara ve Konya’da açılır. Yıl 1926. Sayıları giderek artan bu sağlık kurumlarında 1950 yılına gelindiğinde yatak kapasitesi olarak ifade edersek 1083 yataklı hizmete yükselir.
1952 yılında Ana ve Çocuk Sağlığı Örgütü kurulur. 1953’te bir şubeyle başlayan Ana Çocuk Sağlığı Merkezi (AÇS) 1960’a gelindiğinde 26 merkezi ve 19 şubesine ulaşır. AÇS’ler ev ziyaretleri ile gebelik ve çocuk hijyeninden, emzirme eğitimlerine, A-D vitamini, yağ yardımlarına varana dek etkin olarak çalışırlar.
1958 yılında Zekai Tahir Burak Doğumevinde yapılan bir saha çalışması önemli bir sorunu görünür kılar. Kadınların gebelik ve doğuma bağlı artan ölüm hızı! Bu araştırmada hastaneye gelen kadınların %12 si düşük ile doğum kontrolü yapmış, %27 si bu yöntem nedeniyle kısır kalmış, %5,2 kadın ise bu düşükler nedeniyle hayatını kaybetmiştir. 1950 yılında adolesan evlilik oranı ise %40,3’tür. İşte düşükler nedeniyle artan anne ölümleri üzerine Dr. Zekai Burak gebeliği önleyici yöntemlerin serbest bırakılması için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bir bilim insanı hassasiyeti göstererek yazı yazar. Siyasi bir çıkarı yoktur, bilim insanıdır ve bu ölümlerin önüne geçebilecek yasal şartlar sağlanırsa, hekimler olarak bunların uygulanması sağlanabilecektir. Yani kadınlar ölmeyecektir. Hadi şimdi buradan bugüne bakabilirsiniz.
Tek bir mektupla yıllardır süre gelen uygulamalar değişmese de diğer değerli bilim insanlarının da öncülünde 1965 yılında antanatalist adı verilecek olan politikalara geçildiğinde gebeliği önleyici yöntemler üzerindeki yasaklar kaldırılır. Bilime inanan, sağduyulu politikacılar ile binlerce kadının hayatı kurtulur. Tüm bu doğurganlığı arttırmaya yönelik uygulamalarla Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1923-45 arasında binde 18 olan nüfus artış hızı, 1950’lere gelindiğinde binde 22 olur. Bir kadının 1923’lerde 5,6 olan doğurganlık hızı, 1955’lerde 6,5 rakamına böylece yükselir.
Bu hafta burada bırakalım konuyu. Antik Yunan’ın filozof, polimat ve bilgesi Aristoteles’e göre ‘‘Köle ve kadın doğa tarafından alta yerleştirilmiştir. Doğanın kadına biçtiği amaç anneliktir.’’ Aristoteles’in üreme bakımından kadına böylesi varoluşsal bir amaç yüklemekle birlikte kadını üremenin merkezine bile koymaması, üreme bakımından kadına öznellik tanımamış olması M.Ö. de eril dilin, kadının üreme organları üzerindeki sahipliğini gösteriyor. ‘‘Kadının amacı anneliktir ama annelik üreme ve soyun devamı bakımından sadece bir araçtır. Ruhun taşıyıcısı erkeğin tohumudur, kadın ise bu tohumu taşıyan ve besleyen bir araçtan ibarettir.’’ Bunu ben değil Aristo söylüyor ve yüz yıllar boyu bunu bize erkekler, dinler ve otorite sahipleri hiç bıkmadan söylüyorlar. Kadınlar olarak ‘‘benim bedenim, benim kararım’’ derken ne kadar derinden gelen düşünce yapısına karşı koyduğumuzu unutmayalım. Haftaya büyük bir olay olmazsa pronatal politikalardan vazgeçilen 1960 sonrasında buluşmak üzere. İyi pazarlar.